-Bloblbologlog öhhöö öhhhhhhhööööö!
Cevap vereceğim diye suyu döktü karınca, boğazına da kaçtı az daha boğuluyordu.
Beyler bu olmadı yeniden çekiyoruz sahneyi.
Kral Nemrud, Hazreti İbrahim için dev bir...
-hoş geldin.
-hoş blog.
Oturun yazın arkadaşlar. Benden niye izin alıyorsunuz anlamadım. Siz de bir alemsiniz.
Nedenini ben temsilî bir hikâye ile anlatayım gözüm.
Tabip, hastanın odasına girdi. Hasta her zamanki gibi elinde bir kömür karası, duvara karınca misâl yazılar yazıyordu. Doktor şefkatle suâl etti, “Neden evladım, neden kimselerin giremeyeceği bu tahaffuzhanede, neden kimsenin okumaya zahmet etmeyeceği kadar uzun, bakmaya tenezzül etmeyeceği kadar nahoş yazılar yazıyorsun?
ÇAAAAAAAT!
teşbih ve temsiller, havastan avama geçtikçe, yâni ilmin elinden cehlin eline düştükçe, mürur-u zamanla hakikat telâkki edilir.
14. lem'a.
Bir meşe odunundan iki kere dayak yiyemezsin. Çünkü sana bir daha vurduklarında o aynı meşe odunu değildir. Alexander Meşeodunu Jr
Şiddeti ve dengesi kusursuz ayarlanmış bir uçan tekme, yeni filizlenmiş bir küpeçiçeği zarafetindedir.
Bildiğimiz mazmunda yaşam emareleri göstersin ya da göstermesin, her varlığın bir ruhu mevcuttur. Şiddete başvurduğunuzda, bir insanın başına meşe odununu geçirdiğinizi düşünebilirsiniz lâkin aynı zamanda da bir meşe odununa bir insanın başını geçirmiş olursunuz.
[Hattori Tsu, “Heyûla ve Meşe odunu” adlı konuşmasından…]
Kırk ikindi yağmuru;
Bugün otuzdokuz dedi, yarın bulutlardayım.
Rüyasında, devasa toprak tünellerin içerisindeydi. Etrafını binlerce dev karınca sarmıştı. Garip olan sanki hepsine aşina olmasıydı, hiçbiri ona korku vermiyordu, o da bir karıncaydı. Tünel yolu önce yavaş yavaş dikleşti, sonra tam doksan derece oldu, tünelin ucunda devasa bulutlar gözüküyordu. Hepsi pürtelâş tünelin sonundaki ışığa doğru tırmandı. Çıkıp da güneş ışığı şeffaf gözlerini doldurunca, yuvanın hemen kenarında yeni mevta olmuş dev bir kır çekirgesi olduğunu gördü. Karıncalara has bir hırsla, hepsi çekirgeyi, yuvaya taşımak için saldırdı.
Üç tane karınca çekirgenin bacağını eklem yerinden kopardı ve Ziya’nın ve bir grup karıncanın üzerine yükledi ve rızıklarını yuvaya doğru taşımaya başladılar.
Derken, yerde ufak bir sarsıntı hissetti. Ardından sarsıntı şiddetini hızla arttırdı. Yer yerinden oynamaya, sırtlarında yük olmayanları, çekirge budunun altından görebildiği kadarıyla, kâh havaya fırlamaya kâh da yere düşmeye başladılar. Başını çevirip arkasına baktı, atlar üzerinde dev bir ordu onlara doğru yaklaşıyordu! Sırtında yük olmayanlar zıplaya zıplaya harap oluyorlardı, o da, “Çabuk herkes, sırtına bir taş alsın ve yuvaya doğru kaçsın!” diye bağırdı. Sesini duyabilenler dediğini yaptılar ve yuvaya doğru gitmeye başladılar.
Bu sırada yanlarına yetişmiş atlılardan en önde olanı, tam atı onu nalları altında ezecekken, koşum kayışlarını çekti, atını ve arkasındaki herkesi durdurdu. Atından indi, yanına yaklaştı. Ziya’ya doğru iyice eğildi, parmağını ona uzatarak, ağzından çıkan yel onu savurmayacak kibarlıkta;
“Hayır olsun Karıncabeyi? Yoksa atlarımızın gürültüsü sizi rahatsız mı etti?” diye sordu.
Bu insan, karınca dilinde konuşuyordu. Şaşırdı. Ona uzattığı parmağında, mühr ü Süleyman’ı görünce, hemen kendini toparladı.
“Estağfurullah efendimiz, hem şu ahalinin canlarından korktuğum için hem de size feda olsun ama geçip gittiğinizde nallarınızın altında kalacak cesetlerden müteessir olmayın diye hemen yuvamıza çekilelim istedim.”
Bu sözlerimin üzerine efendimiz, tebessüm buyurdu. Gülümsemesinden cesaret aldı. Hediye olarak yanımdaki tek şeyi, çekirgenin budunu gösterdi. Efendimiz, serçe parmağının üzerine koydu, dua etti. Sonra tüm ordusuna elden ele dolaştırdı. Herkes yiyebildiği kadar yiyor sonra yanındakine veriyordu. Duanın bereketi ile herkes gani gani doydu. Sonra efendimiz, ona döndü ve buyurdu ki;
“Ziya, sen bir karıncayı bile incitmiyorsun.”
“Nasıl..nasıl efendim?”
Uyandı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder