Evliya Çelebi ile Osmanlıca neş'esi Ders-8 feat. Emre Bilgiç

Suâl: Bahr-i bilâ mâ ne demektir?

El cevâb: Susuz deniz demektir.

Suâl: Bir nebze dahi açıklayabilir misiniz? 

El cevâb: Bittabi, Evliya Çelebi’nin "Susuz Deniz" yerine kullandığıdır Seyahatnamesinde. Bir gün sual etmişler,

-Çelebi çelebi, neden “Susuz deniz.” değil de Bahr-ı bilâ mâ? Deyince Çelebi eydür,

-Evlad gözünü kapa ve benimle gel.

Suâl eden, gözlerini bağladıktan sonra  elini tutan Evliya Çelebi’nin ardı sıra yürümüş. Dere tepe aşmışlar. Sual eden ne zaman “Nerdeyiz nereye gidiyoruz?” diye sorsa Evliya Çelebi, “Benliğinden arınmaya, melamet hırkasını geymeye, insan-ı kâmil olmaya…” gibi müphem cevaplar veriyor ser verip sır vermiyormuş.

Akabinde ikilimiz bir binaya gelmişler, merdivanları çıkarken suâl eden artık gizemli cevelânın sona erdiğini anlayıp iyice heyecanlanınca gözbağını çıkaracak gibi olsa da Evliya Çelebi hemen eline vurmuş ve eyitmiş, “Bre gafil! Onca yolu boşuna mı yürüdün!!”

Bunun üzerine suâl eden, elini gözbağından çekmiş. Binaya girdiklerinde kopan muazzam velvelede bile bir daha elini gözbağına götürmemiş. Evliya Çelebi onu sırt üstü yere yatırdığında da sabırla beklemiş ve en sonunda Çelebi’nin uzaktan gelen sesini duymuş,

 “Gözlerini aaaaaaaaaaaaaaçççççç!”

Sual eden gözlerini açması ile bir boks ringinde olduğunu ve ringin kenarına tırmanan Evliya Çelebi’nin üstüne uçarak geldiğini fark etmiş. Bir kalp atımı süre sonrasında Evliya Çelebi olanca cüssesi ve cesameti ile suâl edenin üstüne düşmüş!
 
Bunun üzerine kendilerini izlemekte olan müdebdeb kalabalık daha da çıldırmış ve bağrışları yedi kat semaları inletmiş!

Kalabalığın galeyanı ile iyice gaza gelen Evliya Çelebi, suâl edeni ayağa kaldırmış, suâl eden mecalsiz ayakta dururken Evliya Çelebi kendini ringin iplerinden sapanla taş atar gibi germiş ve aldığı hızla suâl edenin yüzüne dirseğini geçirince suâl eden, kuşları sayarak yere yapışmış.

Evliya Çelebi yamulmuş kavuğunu düzeltmiş, cübbesini yırtarak kaslarını seyirciye doğru şişirmiş. “Who is the kiiiiiiiiing? Who is the majesssssstyyyy? (Kral kimmiş, mejesteleri kimmiiiiiiş!) diye  bağırdıkça seyirci de “Youuuu, you are the kiiiiing!” (kral sensinnn!) diye mukabele ediyormuş.

Sonra Hulk Hogan gelmiş Evliya Çelebi’yi tebrik etmiş. 


Zeyl: evliya çelebi çizimi kıymetli dost Emre Bilgiç'e aittir.

Bir ihtida öyküsü: Otisabi

Gizli bir mesajı olmayan ama sizin gizli mesajlar keşfedeceğiniz bir hikâye: Soyup benliğini üryan olan gelsin bu meydane!

Bir an başını kaldırdığında, göz göze geldik…

Üstünde bir takım elbise vardı.

Şaşırdım.

Melamet hırkasını ne yaptın laan?” diye gürledim;

Usulca, 

"Gerek kalmadı." diye cevap verdi.

Eskiden gürlediğimde boyum otuz santim uzar, o da karşımda bir karınca cesametine düşerdi.

Bu sefer boylarımız eşitti. Kendine güveni gelmişti.

“Takım elbise?” diye suâl ettim.
“İş buldum.”
“Nerde?”
“Çok uluslu bir şirkette.”
Onu baştan aşağı bir süzdüm. “Vay bee!” dedim içimden.
“Çok kazanıyor musun?” diye sual ettim.
“Çok.”
“Çok arkadaşın var mı?”
“Evet.”
“Saygı duyulan bir insan mısın?”
“Öyleyim.”
“Peki mutlu musun?”

Başını öne eğdi. Bir süre çocuk gibi sağa sola sallandı. Başını kaldırdığında sulanmış gözlerinde yine o çocuk masumiyeti vardı.  Kravatının ucu ile gözyaşlarını sildi.

“O yüzden yanıma geldin öyle değil mi?” diye suâl ettim. Başını sallayınca göz yaşları yere kırkikindi yağmuru gibi yağdı.

“O zaman beni iyi dinle.” Dedim öksürerek boğazımı temizledim ve en bas sesimle, Kani Karaca’nın mezarından çıkıp neyiyle benim kafama kafama vuracağı bir şekilde şu ilahiyi söyledim. 

Bu meydan mekteb-i irfan cesaret edemez her can
Haset kin kibr u cehlini koyan gelsin bu meydaneeeaaa! 



Temaaşa ettim ki gözleri parladı. Gözlerinde “Tabi ya ben bunu neden daha önce düşünemedim?” der gibi bir ifade vardı. Bunun üzerine devam ettim;

Canı canana kurban eyleyen gelsin bu meydaneeeaa!
Soyup benligini üryan olan gelsin bu meydanerrraaa! 


Ben bu dizeleri söyler söylemez sağ elini yumruk yapıp sol eline vurdu. “Tamam!” dedi “İşte bu!” ve koşarak odadan uzaklaştı.

“İşte bu ne olm?” diye arkasından bağırdım. “Ben bişey anlamadım sen ne anladın şimdi?” diyene kadar koşarak uzaklaşmıştı bile.

Akşam ona televizyonda tesadüf ettim. Taksim’deydi ve üryandı. Sadece  Hür çocuklar gibi koşuyor, yavru ceylan gibi sekiyor, peşinden avına koşan aslan misal polisler tam onu yakalayacakken çevik bir hamle ile yön değiştiriyordu.

Kameralar  yüzüne zoom yaptığında gördüm.

Mutluydu. 
Bir an başını kaldırdığında, göz göze geldik…

Üstünde bir takım elbise vardı.

Şaşırdım.

“Melamet hırkasını ne yaptın laan?” diye gürledim. Eskiden gürlediğimde boyum otuz santim uzar, o da karşımda bir karınca cesametine düşerdi.

Bu sefer boylarımız eşitti. Kendine güveni gelmişti.

“Takım elbise?” diye suâl ettim.

“İş buldum.”

“Nerde?”

“Çok uluslu bir şirkette.”

Onu baştan aşağı bir süzdüm. “Vay bee!” dedim içimden.

“Çok kazanıyor musun?” diye sual ettim.

“Çok.”

“Çok arkadaşın var mı?”

“Evet.”

“Saygı duyulan bir insan mısın?”

“Öyleyim.”

“Peki mutlu musun?”

Başını öne eğdi. Bir süre çocuk gibi sağa sola sallandı. Başını kaldırdığında sulanmış gözlerinde yine o çocuk masumiyeti vardı.  Kravatının ucu ile gözyaşlarını sildi.

“O yüzden yanıma geldin öyle değil mi?” diye suâl ettim. Başını sallayınca göz yaşları yere kırkikindi yağmuru gibi yağdı.

“O zaman beni iyi dinle.” Dedim öksürerek boğazımı temizledim ve en bas sesimle, Kani Karaca’nın mezarından çıkıp neyiyle benim kafama kafama vuracağı bir şekilde şu ilahiyi söyledim.

Bu meydan mekteb-i irfan cesaret edemez her can
Haset kin kibr u cehlini koyan gelsin bu meydaneeeaaa!

Temaaşa ettim ki gözleri parladı. Gözlerinde “Tabi ya ben bunu neden daha önce düşünemedim?” der gibi bir ifade vardı. Bunun üzerine devam ettim;

Canı canana kurban eyleyen gelsin bu meydaneeeaa!
Soyup benligini üryan olan gelsin bu meydanerrraaa!

Ben bu dizeleri söyler söylemez sağ elini yumruk yapıp sol eline vurdu. “Tamam!” dedi “İşte bu!” ve koşarak odadan uzaklaştı.

“İşte bu ne olm?” diye arkasından bağırdım. “Ben bişey anlamadım sen ne anladın şimdi?” diyene kadar koşarak uzaklaşmıştı bile.

Akşam ona televizyonda tesadüf ettim. Taksim’deydi ve üryandı. Sadece  Hür çocuklar gibi koşuyor, yavru ceylan gibi sekiyor, peşinden avına koşan aslan misal polisler tam onu yakalayacakken çevik bir hamle ile yön değiştiriyordu.

Kameralar  yüzüne zoom yaptığında gördüm.

Mutluydu. 

Cafcaf'tan Tırcı Balaban'a sansür!!! ve Cafcaf cephesinden pişkin cevap!

Bu sabah baktım ne göreyim? Bizim sokakta şenlik var, büyükler kös kös otururken, adam oluvermiş çocuklaar diye bir Barış Manço şarkısına ne ara dönüştü bu cümle Allaseniz? 

Neyse yahu, bu sabah baktım ne göreyim? Cafcaf Volkan Akmeşe'nin Tırcı Balaban'ını "nah" ını başparmak yerine çiçek koymak marifeti ve kendini cnbc-e sanma gafletiyle sansürlemiş!

Tabi Debdebe ve Gulgule cafcaf gibi sansürcü olmadığı için elde ettiğim sansürsüz versiyonunu yayınlıyorum.

not: yayın hayatına uzun bir süre sonra "Nah" ile devam eden siteden hayır gelir mi lan?


not 2: ve şu zamana kadar sessizliğini koruyan cafcaf cephesinden cevap geldi! Utanacağı yerde "olm o çiçeği ben koydum benim adım neden geçmiyor lan sitede??!" diye pişkin bir şekilde bana serzenişte bulunan Ramazan Yıldız. evet... böyle kalır işte cümle yarıda toparlayamazsın Hakan. 


Kaziyye-i serencâm ya da Cafcaf'ın satmamasının gayr-ı resmi vesikâları-4



-Sevgili Bilim Teknik dergisi üyeleri. İslamcı Cafcaf dergisi çalışanları tarafından mütemadiyen bir evrim karşıtı karikatürde oynama teklifleri alıyorum. Benden yana bir sorun olmaz da, üç kuruşa bir muza tamah edecek maymun arkadaşlar var. Aman dikkat. Arz ederim. 

Evliya Çelebi ile Osmanlıca neş'esi Ders-7

Suâl: Mucibi icra olunmak ne demektir?

El cevâb: Gereğinin yapılması demektir. 

Suâl: Bir nebze dahi açıklayabilir misiniz? 

El cevâb: Bittabi, Evliya Çelebi’nin "Gereğinin yapılması" yerine kullandığıdır Seyahatnamesinde. Bir gün sual etmişler,

-Çelebi çelebi, neden “Gereğinin yapılması.” değil de  Mucibi icra olunmak? Deyince Çelebi eydür,

- Evlad şimdi sırası değil! 

-Ama Çelebi, neden Mucib...

-Oğlum hakkaten sırası değil! 

-Çelebi neden üzerinde forma, ayağında krampon var? 

-De get lan! 

-Çelebi neden stadyumdayız? Bu çılgın kalabalık neye işaret? 

Sonra Çelebi koşmaya başlamış. Sual eden de peşinden. Çelebi "Çekiiiil!" demiş, Ayağını kaldırmış uukardan gelen topa "Magnum vuruşuuuuuuuuuu!!!" diye bağırarak öyle bir vurmuş ki, kaleci topu tutmasına rağmen topla beraber kaleden içeri girmiş.


Stadtakiler kendinden geçiyor, çılgın kalabalık galeyan falan.


(O sırada çok uzakta birileri timsah yürüyüşü yapıyordu...)

Hikaye: Teravih esprisi bulmak için kasan genç

Geçen sene bu zamanlar Cafcaf'ta yayınlanmış bir hikaye. Hey gidi...

"Teravih ile ilgili orijinal bir espri bulmalıyım."

Bu fikri aklıma sokan da, eve uğramadan sokaklarda avare gezmeme, cami cami dolaşmama sebep Asım abiden başkası değildi. Ama olmuyordu, aklıma hızlı namaz kıldıran imamdan, yanlışlıkla hatimle kılınan teravide mahsur kalıp cami camından beni kurtarın diyen adamdan, safların arasında arabacılık oynayan çocuklardan, hocanın süper hızlı kıldırması ile ışık hızını aşıp zamanda yolculuk yapan cemaatten [camiden bir çıkarlar taş
devrindeler] başka bir şey aklıma gelmiyordu. Naçar, eve geldim. Hanım, asık suratımı
görse de bu hallerimi bildiğinden sesini çıkarmadı. Ben de, direk çalışma odama koyuldum. İnterneti açtım, google'dan teravih diye yazdım ama kayda değer bir şey göremedim. Gece bastırdı, ağırlaşan kafama, kapanan göz kapaklarıma mukayyet olamadım. Her taraf uçsuz bucaksız karanlıktı, bir an ne yapacağımı bilemedim. Derken ufukta bir iğne ucu kadar bir aydınlık gördüm ve ona doğru koşmaya başladım.

Koştukça aydınlık arttı ve detayları ortaya çıkmaya başladı. Tek bir ışık değildi bu, ışık sütunları vardı ve sütunlar harfler oluşturuyordu. Arap harfleriydi bunlar, elif, he, mim.. Fark ettim ki Osmanlıca, "Ah min el Aşk" yazıyordu. Elif'e doğru koştum koştum. Işığı gözleri kamaştıracak kadar yaklaştığımda üzerinde bir kapı gördüm. Kapıyı araladım  ve kapının bir meclise aralandığını gördüm. Meclis'te pek çok şair, sıralanmış meşk ediyorlardı. En yakınımdakine döndüm, "Bana teravih namazı ile ilgili latife lazım." Dedim.
Bana ilerde yalnız oturan bir şairi gösterdi. "Onun yanına git." Dedi. Önce "Yârin ile hoş musun diye sor ondan sonra latifeni iste."

"Peki." Dedim. "Allah razı olsun."
Yanına yaklaştım, ellerini başının arasına koymuş kafasını ileri geri  sallıyordu. sordum;
"Yârin ile hoş musun?"

Şöyle bir durdu, elini yeşil sarığına götürecek gibi oldu, sonra vazgeçti. Derin bir nefes aldı, tam bir şey söyleyecekmiş gibi başladı ama kelimelerdökülmedi ağzından. Ben de ortamdaki sessizlikten huzursuzlandım,elimi gözlüğüme götürdüm, kollarımı kavuşturup biraz öyle bekledim. bu durum tam on dakika böyle devam etti. Tam ben gidecektim ki ağzından şu kelimeler döküldü.

"Nesimi'ye sorsalar ki
Yarin ile hoş musun,
Hoş olayım ya olmayayım
O yâr benim kime ne."

Demesi ile tüm meclis kahkahalara boğuldu. Gülmekten nefesi kesilenler, göbeğini tuta tuta "Eki eki! Bu ne yaman latifedir!" diyenler, "her gelene de aynı şey yapılmaz ki mollalar!" diye kızsa da kendini tutamayıp kahkahayı patlatanlar, sarığını düşürüp de almaya mecali olmayanlar. En son birisi beni yanına çekti,

"Sen Nesimi'ye bakma, zevcesinden çekiyor da ondan aksi." Dedi. Sonra şu
mısrayı söyledi bana.

Oturuşdu tek ü pûy-i ney ü meydan rindân

Zâhidân eylediler şimdi teravihe kıyam

[Kalenderler meydanında herkes otuyordu

Şimdi hepsi teravihe durdular.]

"İyi ama artık kimse de teravih için kalkıp gelmiyor ki. Böyle latife yapamam, çok klasik olur, tutmaz!" dedim. Arka taraftaki mollalardan birisi "Ya tutarsa!" dedi, koştu ve bir
Bakraç yoğurdu üzerime boca etti.

Mollalar bir kez daha, bu sefer daha güçlü gülmeye başladılar. Bir süre sonra sesleri o kadar çoğaldı ki başka bir şey duyamaz oldum. Mollalar üstüme geldikçe küçüldüğümü hissettim, en son bir karınca kadar küçüldüğümde mollalardan birisi ayağını kaldırdı ve.

"Latifeeeaa!" diye uyandım. Eşim sesime geldi. "Bana bunu da mı yapacaktın hayırsız! Latife kim? Yazıklar olsun sana Hakan!" dedi. Anlamsız gözlerle ona baktım, "teravih ile ilgili espri lazım bana." Dedim.

Apar topar çıkıp boş sokaklarda beyhûde, teravih esprisi aradım.

Teravih esprisi bulmak için kasan genç


Eski zaman sevdaları


Kare 1; 
-Dur civanıma bir kısa mesaj yollayayım. 

10 dk sonra. 

Kare 2: 
-Sevdiceğim mesaj yollamış hemen bakayım. "Sni çk svyrm ;)"
Hemen cevap yazayım, 

"Şuncağız mesaj için kuşu yorduğuna değdi mi hayvan evladı sevdiceğim?"

divan ı matrix: II

Yokluk bir ayinedir,
Varlık görünür andan








Yokluktaki varı gör,
Ayine-i ademden.


[Şeyh İbrahim]


tetimme; ayine-i adem: yokluk aynası.


zeyl: bu yazı üzerine marmara üniversitesi edebiyat fakültesinden geldiler. "böyle mevzuları matrix sığlığına indirgemek reva mıdır?" diye sordular "Ama abi popüler kültür, tüketim toplumu gak guk!" diyesiye ağzımı yüzümü kırdılar.

Evliya Çelebi ile Osmanlıca neş'esi Ders-7

Suâl: Hayâl ü hâb ne demektir? 

El cevâb: Düş ve uyku demektir. 

Suâl: Bir nebze dahi açıklayabilir misiniz? 


El cevâb: Bittabi, Evliya Çelebi’nin "Düş ve uyku” yerine kullandığıdır Seyahatnamesinde. Bir gün sual etmişler,
-Çelebi çelebi, neden “Düş ve uyku.” değil de Hayâl ü hâb? Deyince Çelebi eydür,
-Çünkü…
-Evet Çelebi?
-Çünkü…
-Evet evet?
Evliya çelebi aniden heybesinden kılıcını çıkarmış ve bağırmış Gölgelerin Gücü adınaaa!! Güüüüüüüüüüüüç bende artıııııııııııık! Demesiyle gökten bir yıldırım kılıcına düşmüş ve kaslı dehşetengiz bir civana dönüşmüş Çelebi. Yanındaki sıpası da çakan yıldırımla dehşetli bir kaplana dönüşmüş. Sonra Çelebi sonunda İskeletor’un vefat ettiği, Orko ile hacca gittiği bir maceraya atılmış ancak Sual eden de düşen yıldırımlardan biri yüzünden vefat ettiği için maceranın geri kalanını nakleden kimse yok. 

Bahtınıza bu kadarı işte.

Kaziyye-i serencâm ya da Cafcaf'ın satmamasının gayr-ı resmi vesikâları-3



-Hakan Cafcaf diyorum, durum kötüye gidiyor diyorum satışlar iyi değil diyorum niye bir tepki vermiyorsun? 
-Kusura bakma kurban, dalmışım. 




Ehehe. Debdebe ve gulgule, futursuzca kelime esprisi yapabileceğim mekan. present Futur tense.

Volkan Akmeşe sizin için çizmedi ama size de göz kırptı. Manyak mıdır nedir? Tam sayfa hikaye ilk defa Debdebe ve Gulgule'de!!!

Geçen Volkan Akmeşe ile Msn'de konuşuyorduk. "Abi yeni hikaye çizdim, bir bak istersen." diyerek bu hikayeyi çizdi. Bakıp bayılınca "Abi ben bunu siteye koyayım mı müsadenle?" diye sordum. "He." dedi. "Vay abi çok teşekkür ederim." diye yazdım. Bir cevap gelmedi ama diyalog kutusunun altında Volkan yazıyor... cevabını epey bir bekledim. Bir şey gelmedi. "Şu dergide senden kral adam tanımıyorum Volkan abi." diye yazdım. Hala aşağıda Volkan yazıyor... diyordu. "Zaten derginin geri kalanını bir kefeye seni bir kefeye koyalım ağır basarsın şerefisizim." dedim. Volkan yazıyor... deyip de bir şey çıkmadıkça saydırıyordum. "Sen cafcaf için yeri doldurulmaz bir değersin Volkan abi." dedim, "Asım abi olmasa olur ama sensiz Cafcaf olmaz, olamaz!" dedim. Hala Volkan yazıyor... diyordu.



En sonunda msn kutusunda "aasdajksdjkashdasdhjsuıbmönxcmözxloawekjdklsjsdjklfhdjlskfhmönvxcmövnosdıklsjdflskdfjsdklfjsjkdfhsdjkfhsdfjksdhjkf h 2213782137812jhasdfasdjı8ı23" diye bir mesaj geldi. 




"Ya Hakan kusura bakma klavyeye çay döktüm, onu temizlemeye çalışıyordum." dedi sonra.

Neyse, Siz Volkan Akmeşe'nin çizgisine bakın bence.

Tıklayınız efendim.

İçinden tren geçen hikaye: Be hey Gençlik

İlk Cafcaf'ta yayınlanan Be Hey Gençlik adlı köşede yayınlanmıştır. 



İşlerim ahmakıslatan gibi tepemden yağıyor, müşteriler yıldırım yıldırım kafama düşüyor idi. Bu hengâmda, ekranımın sağ alt köşesinde bir kutucuk, bana msn üzerinden Ankara’da okuyan genç bir arkadaşımın bir şeyler yazdığı havadisini veriyordu. Tıkladım. Açtığımda, “Abi bir site var çetrulet diye, ilk defa denedim, rastgele insanlarla görüntülü çet yapıyorsun. İlk seferde İtalyan bir hatunun msn adresini aldım ehehe ayayekokocombo jkshajkdh.” Yazdığını gördüm.

Filhâl, bilgisayarımı kapattım. İş arkadaşlarıma acil bir işim çıktığını söyleyip Haydarpaşa Gar’ına doğru seyirttim. Acil tarafından bir bilet alıp yola çıktım. Kompartımanımda benimle beraber üç tane öğrenci suretli zevat vardı.  

Yolculuk esnasında zamanla kendileri ile ünsiyet peyda ettim ve havadan sudan konuşmaya başladık. Üçü de kıpır kıpırdı. “Abi biz macera olsun diye ilk defa trene biniyoruz da çok heyecanlandık.” Diye açıkladılar. “Ooo gençler.” Dedim. “Karşınızda hayatı trenlerde geçmiş bir adam duruyor.” Bunun üzerine gözleri hayret ve hayranlıktan ışıl ışıl oldu. Anlatmaya başladım.

“Ben o zamanlar on altı yaşındaydım, lise birde. İnce uzun bir oğlan. Saçlarım kirpi gibi dik duruyor; ne yana, ne geriye taranmıyor, beni deli ediyordu. Küçük istasyon binasının arkasında, battal bir hatta çekilmiş, eski bir vagonda kalıyorduk. Vagondan bir ev...”

Lafımı birisi böldü. “Aaa abi çocukluğun, Mustafa Kutlu’nun Uzun Hikaye’sinde anlatılana ne kadar da benziyor!”

Bunun üzerine bir lahza durakladım ve devam ettim.

“Bu yerlerde trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi. Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında, ıssız,engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı-Özek uzar giderdi...”

Bu sefer lafımı diğeri böldü,

“Abi bu da Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanında yazıyor.”

“Hayat hayata benzer gençler!” dedim. Dolan gözlerimi pencereye dikerek, “O değil de bir keresinde de Çin’den Moskova’ya Trans-Sibirya treni ile geçmeye karar vermiştim ve yolculuk esnasında bagajıma matruşkalar içerisindeki eroin zulasını koyan bir kaçakçı ve polis görünümlü mafyanın dahil olduğu bir macera yaşamıştım. Maceranın sonund…”

Lafımı bu sefer üçü de kahkahaları ile böldüler. Gülmekten kıpkırmızı olmuş suratı ile bir tanesi, “Yuh be abi direkt Transsiberian filminden sahne çaldın ha!!” diye açıkladı. Onlar gülmeye devam ederken, ayağa kalktım. Ciğerlerime, büyük bir nefes hapsettim…

Tren Ankara’ya geldiği zaman, polisler kompartıman zeminine sereserpe uzanmış, beyninin pekmezi akan üç genci ayıltmaya çalışıyor, başka bir polis memuru da “Abi vallaha ne olmuşsa kaşla göz arasında olmuş ben bir şey fark edemedim!” diyen tren görevlisine sorular soruyordu.

Gardan çıkıp bir taksi çevirdim. “Bilkent Üniversitesi’ne.” Dedim. Ankaralı genç adamın okuduğu kampüse gidip, … nerede acaba diye sormaya başladım. Kendisi popüler bir zat olduğu için iki üç kişiye sorduktan sonra kantinde olduğunu söylediler. Kantine girdiğimde hemen beni fark etti. Ben oturmak üzere bir sandalye kapıp ona yaklaşırken,

“Oooo Hakan abi bu ne sürpriz hangi rüzgar attı seni? Daha sabah msn’de konuşuyorduk. Ama Hakan abi neden elindeki sandalyeyi kafama doğru savu…”

ÇAAAAAAAAAAAAT!

Kafasına sandalyeyi asayı musa misal geçirince geçirdiğim yerden yedi pekmez ırmağı taştı.

“Başka şey mi bulamadın lan internette uğraşacak?”

diye sordum ama şuurunu yitirdiği ve beyninin pekmezi aktığı için beni duyamadı. Sonra çıkıp gara gittim. Acilinden bir İstanbul bileti aldım. Kompartımanda iki orta yaşlı adam vardı. “Abiler.” Dedim. “Karşınızda hayatı trenlerde geçmiş bir adam duruyor.”

Evliya Çelebi ile Osmanlıca neş'esi Ders-6

Suâl: Hâl-i pür melâl ne demektir?

El cevâb: Acıklı hal demektir. 

Suâl: Bir nebze dahi açıklayabilir misiniz? 

El cevâb: Bittabi, Evliya Çelebi’nin "Acıklı hal" yerine kullandığıdır Seyahatnamesinde. Bir gün sual etmişler,

-Çelebi çelebi, neden “Acıklı hal.” değil de  Hâl-i pür melâl? Deyince Çelebi eydür,

-Çünkü… aa parmağındaki yüzük ne senin? Deyip suâl edenin parmağındaki yüzüğü alıp iyice incelemiş. Sonra suâl soran “ne yapıyorsun???” demeye kalmadan yüzüğü ateşe atmış. Sonra yüzüğü ateşten alınca suâl sorana “Bak Frodo.” Demiş “ateşe attım ama elimi yakmıyor. Sonra ateşe atınca yüzüğün içinde beliren yazıları okumuş,

Üç Yüzük göğün altında yaşayan Elf krallarına,
Yedisi taştan saraylarındaki Cüce hükümdarlara,
Dokuzu ölümlü insanlara,ölecekler ne yazık;
Bir Yüzük gölgeler içindeki Mordor Diyarı'nda,
Kara tahtında oturan Karanlıklar Efendisi'ne.

Hepsine hükmedecek bir yüzük,hepsini o bulacak,

Hepsini biraraya getirip,karanlıkta birbirine bağlayacak
Gölgeler içindeki Mordor Diyarı'nda.,

Sonra Frodo’ya demiş ki, “işte bu yüzük iyiyle kötü arasındaki savaşı bitirecek Frodo, bu yüzüğü Mordor’daki Hüküm Dağı’na atmak için zorlu bir yolculuğa çıkacaksın, unutma iyiyle kötü arasındaki denge senin bu yüzüğü yok etmene bağlı.” Demiş.

Kahramanlarımız unutulmaz bir maceraya atıladursunlar ben de gidip bir semaver yakayım.

Evliya Çelebi ile Osmanlıca neş'esi Ders-5

Suâl: Temme’l-kelâm-i münasib ne demektir?


El cevâb: Vesselam demektir. Suâl: Bir nebze dahi açıklayabilir misiniz? 

El cevâb: Bittabi, Evliya Çelebi’nin "Vesselam" yerine kullandığıdır Seyahatnamesinde. Bir gün sual etmişler,

-Çelebi çelebi, neden “Vesselam.” değil de  Temme’l-kelâm-i münasib? Deyince Çelebi eydür,

-Çünkü… IIAAAAAAAAAAAAARHHHHH!

AAAAAAAAAAARRRRRRRRRRRRRRRHGGGGGGGGGG!

HIUUUAAAAAAAAAA!

Birden Çelebi’nin yüzü genişlemeye, kolları bacakları büyümeye, elbisesini yırtmaya başlamış. Derisi de hastalıklı bir yeşile çalmış. Bir koltuk devasalığındaki sarığı kafasında takke gibi ufacık kalmış. [Bknz şekil:1] Hulk’a dönüşmüş Çelebi!

-Çünkü… YEŞİL DEV EZEER! Demiş ve Baş parmağı ile suâl soranın kafasına bastırmış. Adamın kafasıyla ayakları bir olmuş ve CİRK! Diye bir ses çıkmış. Derken U.S Navy askerleri helikopterlerle tanklarla gelerek Hulk’a füze, atom bombası, kurşun ne varsa atmaya başlamışlar. Bu Amerikan askerleri de tam gerizekalı ha. Senelerdir deniyorlar bir türlü anlayamadılar Hulk’a bişey  işlemediğini. Sonra Hulk zıplayarak kilometrelerce öteye fırlamış. Bir süre sonra Çelebi normal çelebi haline dönmüş. Elbiseleri de hiç yırtılmamış gibi eski haline dönmüş. Bu Amerikan çizgiromanları da tam gerizekalı ha. Öff ne biçim oldu bulog. Bu bulog da tam

Back to the Future aldatmacası: Akı Kapasitörünü Mithat Taymtıravol adlı bir Osmanlı keşfetti!

Ah şu müselman kardeşlerimin aşağılık kompleksleri ah. Geçen bir tanesi “Abii abi, biz ilimde teknikte şol Evropa’nın, şol Amalikalıların ne kadar da gerisinde kaldık!” diye vaveyla ediyordu. Ben de ağzına bir tane sille aşkettikten sonra bu konuda bir iki kelam etmenin elzem olduğuna kanî oldum ve mevzuya akı kapasitörünün ilk Osmanlılar tarafından keşfedildiğinden bahsederek bir mukaddime yapayım istedim;

Vakt-i Osmani’de Mithat Tayımtıravol adında hem fenni hem uhrevi ilimlerde zamanının zirvesini görmüş bir alim var idi. Bu alimin en büyük icatlarından birisi de şimdi akı kapasitörü diye bildiğimiz, edavat-ı vakit bükümü diye adlandırdığı alettir.

Bu aletle Mithat efendi, kompleks parametik impulslarla güçlendirilen gosdalinyum [anlamasanız da kafa sallayın ilimsel hakikatlerden bahsediyoruz burada.] ile zamanda cevelan ve seyeran etmeyi mümkün kılmıştı.

İstediği zamana atlaması için muayen bir sürate ulaşması gerektiği için Mithat bey, bu sürate, bir at arabası marifetiyle ulaşıyordu. Akı kapasitörü de epey cesametli bir alet olduğu için onu da bir at arabası dingili olarak dizayn etti.
 
Rivayet odur ki, Mithat Tayımtravol istediği zamana gitmek için at arabasını Barbaros yokuşundan aşağı salar, tam Beşiktaş iskelesinden atları ve arabası ile denize uçacakken birden muayen sürate ulaşınca akı kapasitörü aşka gelir, at arabası havada yanan teker izleri bırakarak kaybolur ve Mithat Taymtıravol meçhul zamana cevelan edermiş.

Mithat Taymtravol’ın nereleri, hangi zamanları ziyaret ettiği konusunda elimizde bir malumat yok. Lâkin, yaşlığında asr-ı saadete gidip Bedir Harbinde şehit olduğu konusunda kuvvetli bir tevatür de mevcuttur.

Gelgelelim Amerikalıların bu icadımızı nasıl ele geçirip kendilerinmiş gibi pazarladıklarına. Mithat Tayımtravol, en son yolculuğunu yapmadan önce bir akı kapasitörü daha yapıyormuş. Lakin, yaptığı en son yolculuktan geri dönmeyince, eşyaları bir süre boşta kalmış. Sonrasında atölyesi ve eşyaları dersaadet ambarlarına kaldırılmış. Milli mücadele döneminde ise tüm ambardaki edevat kilo hesabı ile Amerikalı bir tüccara satılmış. Kapasitör bir dönem daha atıl bekledikten sonra bu Amerikalı tüccarın torunu Dr. Emmett L. Brown tarafından asıl işlevi anlaşılınca
Dr. Emmett L. Brown denilen bu zat,  o zamanın teknolojisiyle akı kapasitörünün çok daha ufak bir versiyonunu yapmış.

Hikayenin geri kalanı ise hepimizin malumu. Bu Amerikalılar bizim icadımızı çaldıkları bir yana bir de bunun filmini yapıp, macera unsurları ile süsleyip püsleyip bize kendi icadları gibi yutturdular!

Biz de yedik!

Veyl olsun!