Kaziyye-i serencâm ya da Cafcaf'ın satmamasının gayr-ı resmi vesikâları-2



-Olm Hakan, ben size espri yapmayın kıçınıza tekmeyi basarım demedim mi? 
-İyi de abi, sen kıçıma tekme atmıyorsun ki, ben senin tekmene kıç atıyorum ehehehehe. 
-Bak hala..Allah'ım sabır ver Yarabbim ya.

Volkan Akmeşe sadece sizin için çizdi....demeyi çok isterdim.





Ama çizdiğini siteme koymama izin verdi bu güzel insan. “Abi senin çalışmaları siteme koyabilir miyim?” diye rica ettim, “He.” Dedi. “Kaynak belirtmeden kullanabilir miyim?” diye sordum, “He.” Dedi. Peki “Çizen benmişim gibi altına imza atsam olur mu?” diye sordum. Yine “He.” Dedi. “Vay be sen ne kadar iyi bir insanmışsın.” Dedim. “lkasdasauısdkljuemözxcmn jkasdasjh.” Dedi. Meğerse Volkan çay almaya gitmişmiş, klavyenin başında çocuğu varmış.

Hikaye, "Onu Ararken" çok güzel, bize kaybettiğimiz değerlerimizi sıcak bir mahalle dizisi tadında... hatırlatmıyor tabi. Bilâkis alacakaranlık kuşağı havasında. Ellerine sağlık Volkan abi. 

Tıklayınız efenim. 

Şimdi bitirecektim lâkin, soldaki resim yazıdan uzun geldi, biraz daha yazmam gerekiyor, ben en iyisi size Volkan Akmeşe ile tanışma hikayemizi anlatayım. Kendisini ilk gördüğümde "Merhaba ben Volkan Akmeşe, çizerim." dedi. O an kan beynime sıçradı. "Asıl ben çizerim lan yamuk!" diye saldırdım. Araya cüssesinden beklenmedik bir çeviklikle Asım Gültekin girdi, ben de göbeğinden sekip duvara çarptım. Evet yerimiz doldu. Gerisini bilahare anlatırım.

Zeyl: Aslında yazı uzun gelmemiş ama neyse anlatmış bulunduk bir kere.

Evliya Çelebi ile Osmanlıca neş'esi Ders-3

Suâl: Mısri Kahire-i Nadiretün asr ne demektir?

El cevâb: Çağın nadir kenti mısır demektir. 

Suâl: Bir nebze dahi açıklayabilir misiniz?

El cevâb: Bittabi, Evliya Çelebi’nin "Kahire şehri" yerine kullandığıdır Seyahatnamesinde. Bir gün sual etmişler, 
-Çelebi çelebi, neden “Kahire şehri” değil de Mısri Kahire-i Nadiretün asr? Deyince Çelebi eydür,
-İşte şol Kahire’nin heybetli Pir-i amîdleri var ya…
-Evet?
-İşte şol Kahire’nin muazzam Pir-i amîdleri var ya…
-Evet Evet?
-İşte şol Kahire’nin mücessem Pir-i amîdleri var ya..
-Evet evet evet?
-İşte şu müselman güldürükçüler bir küfür edebilseler çok fena bir espri gelecek buraya. Hayret bişey ya.

Demiş. O sırada yağmur yağmaya başlamış. Çelebi durur mu? Almış eline kavuğunu, sallaya sallaya, kat’i merahil etmiş. Yürümüş anlayacağınız. Bir yandan da “I’m siiingin in the rain, im siiingin in the rain!” diye kadîm bir şarkı terennüm etmiş.

Tâhkiyetü'l Garaib: Geçmiş zamanda vuk'u bulan ibretlik olaylar Kısım-II

Dehşetli bir fıkra

Saîr vesaik Şimşirdaroğlu’nun mizâhi yönünün de epey kuvvetli, kudretli ve zaman zaman kasvetli olduğunu nakleder. Bir kaynak ise bu iddialara ilave olarak Şimşirdaroğlu’nun soyunu taa Hoca Nasreddin’e dayandırsa da ekser kaynaklar bunun laf ı güzaf olduğunu söyler. Şimdi isterseniz Şimşirdaroğlu’nun zamanında ahaliye anlattığı bir fıkrayı sizlerle paylaşalım.

Fıkra bu ya, hani fıkralarda mümkünsüzlüğün ve ahmaklığın engin denizlerine atlamamız gerekir ya, zatın biri bir gün ahrete intikal etmiş. Adam duvarda bir sürü guguklusundan, tane yiyen tavuk figürlüsüne, zembereklisinden dijitaline bir ton saat nazarı dikkatini celbediyor. Her saat tıkır tıkır işler iken bakıyor ki bir saat mütemadî on iki göstermekte. Adam suâl ediyor, “Kimin’ola bu saat?” El cevâb; “Mustafa Kemal’in.”

Adam duyar duymaz hiddetleniyor tabi; “Ulan benim Atam’ın saatine sen nasıl çalışmaz dersin lan!! Hiçbir saat çalışmasa benim Atam’ın saati şanlı şanlı çalışır!” Ortalığı velveleye veriyor, görevlilere tekme tokat dalmaya çalışıyor. Neyse işte adamı zabtediyorlar bir şekilde. “Sen yanlış anladın andaval.” diyor görevli. “Gazi hiç yalan söylemedi. O yüzden saat hep 12’de durur.” Diye ekliyor. “Haa o zaman başka, son derece saçma ama olsun Ata’mın şanlı saati ne de olsa. Peki şu Recep Tayyip denilen kethüdanın saati nerde?” diye sual edince, görevli yapıştırıyor cevabı, “Azrail onu cehenneme götürdü, vantilatör olarak kullanıyorlar ahahaha.”

Tabi bu fıkrayı yargılarken o zamanlar her fıkranın insanı güldürecek bir şeyler ihtiva etmesinin elzem olmadığını göz önünde bulundurmak gerekir. Yalnız, fıkranın bulunduğu vesikanın altında farklı bir el yazısıyla yazılmış bir tetimme de buraya konulmaya şayan;

“…Adam bu sefer, ”Peki bizim o yolda galib sayılan mağlub Şimşirdaroğlu’nun saati nerdedir?” Görevli de cevablamış, “O’nu Azrail tayyaresine pervane olarak kullanıyor. Şimşirdaroğlu’nun saati her kıvırmasında tur atıyor, en son ahalisine ben cemiyetimin genel başkanı olmayacağım dedikten üç gün sonra o başkanlığa aday olunca saati öyle bir döndü ki, tayyare pervanesi olarak kullanmaya karar verdiler.”

Menakıb-ı Meşeüd-din Neşe’i Tefrikası Kısım-II


Tam da bu yeni menkıbeyi size aktaracakken vukû bulan bir hadise, kat’i surette bir tevafuk ile vecd dolu gönüllerimizden dillerimize “İşte hazretin mucizatından biri daha!”  nidasını hasıla getirtti. Yalnız bu hadiseyi anlatmadan önce sizden istirhamım, “Abi bu menkıbede tıpkı stv dizileri gibi, dünyada yapılan kötülüğün dünyada kalması temalı.” Diye sızlanmamanız, bilâşikâyet kulak kesilmeniz, beni göbek deliğinizle, kaburga kemiklerinizin mabeynine çift burgulu döner tekmeyi aşk etmek mecburiyetinde bırakmamanızdır, unutmayın ki bunlar temsilî hikâyeciklerdir.

Evvelâ, hadiseden bahsetmek elzem. The Economist dergisinde neşrolunan ve aynen bizim medyamızda da yer edinen haşa ve kella yapay yaşam formu yaratıldı haberi, Meşeüd-din Neşe’i hazretin vaazlarının sadece eski zamanlar için değil mevcut ahir zaman için de geçerli olduğunu ispatlamış oldu.

Takkeler alesta ise, menkîbeyi aktarma vakti gelmiş demektir,

Evvel bir zamanda, Muzaffer nam bir medrese şakirdi vardı. Bu şakird pek bir zeki, pek bir cevvaldi. Yalnız bu zekiliğini ve cevvaliğini hep başkaları üzerinde tahakküm kurmak için kullanıyor, “Ben sizden daha zekiyim, sizin anlayamadıklarınızı ben bir kalp atımı sürede anlarım!” diye ukalalık ediyor, Mevla’nın ona bahşettiği zekânın hakkını veremiyordu. Beyni bir buharlı şimendifer motoru gibi çalışsa da kalbi o motorun pusuna gark olmuş, kurum bağlamış, maddiyunun özünü yani heyûlayı bir türlü idrak edemiyordu.
Bir gün, Muzaffer eline geçen ecnebi menşeili bir tıp kitabını bir gecede hıfzetti. Bu kitabın insan vucudunun nelerden teşekkül ettiğini anlatan bölümüne baktı; yüz paydan bilmemkaçı su, bilmemkaçı demir, bilmem kaçı bakır diye. Hemen kendisi kadar zeki olmasa da kalp gözü açık arkadaşı Muhiddin’in yanına gitmiş ve demiş ki,
-Muhittin lan, eğer ben de ister isem bir beşer oluşturabilirim ha! Muhiddin de hayretle;

-Olmaz böyle şey yoksa rüya mı? Bunun üzerine Muzaffer;
-Tabi ki muhtemel. İzâh edeyim.
-Tabi, taaccüple bekliyorum.
-Önce elime bir tutam toprak alırım. Bunun üzerine Muhiddin,
-Lan ahmak, o işler öyle olmayor.
-Hadi be! Sen benden daha mı iyi idrak edebileceksin. Senin etin budun kaç okka lan!!!
-Yuh be anlayışsız. Sen maddenin heyûlasını anlamamışsın.
-Heyula mı acep o ne ola?
-Heyula maddenin özüdür. Sen şimdi elime o toprağı alıyorsun. Peki o toprağı nasıl yaratacaksın?
-Ben…anlamıyorum.
-Şimdi Allah her insa…
-Bir kere ilim Allah’ın varlığını inkar eder. Bilmiyor musun?

Bunun üzre, Muhyiddin, “Hmmm.” Dedi. Bîçare, heybetli, çaplı, cesametli, haşmetli, görkemli ,devasa, devyarasa muazzam, azametli, ihtişamlı, muhteşem, balaban bir alamet olan budaklı meşe odun-u kebîrini kuvva ül muazzama ile Muzaffer’in kafasına aşk etti, ve dokuz kat dairei asmanda “çotanakkk!” gülbankı yankılandı. Bunun üzerine eyitti;

İşte heyhula budur!
-İdrak edemedim!
Çaaaaaaaaaaat!
-Havsalam almıyor!
Çotaaaaaaa!
-Aldı mı şimdi?
-Zihnime derk edemiyorum!
Çotanaaak!
-Derk ettin mi?
-Olmayor! tefehhüm edemiyorum!
Çaaaaaaatttt!
-İşin aslına vakıf olamadım!
Çaattt!
-B-en..
Çaaaaaatt!
-Beenn..
Çaaat!
-Ben yavaş yavaş idrak ediyorum galiba…
Çaaat!
-Evet evet.
Çotaaaaaaa!
-Nedir evet olan? 
-Maddenin heyulası işte bu meşe odunudur. 
Muhyiddin, bir an duraksadı. “Olsun.” Diye düşündü. “Hiç yoktan evlâdır.” Dedi. Çeşm-i pür nurlarından iki damla gözyaşı döküldü, Muzaffer’e sarıldı.

Kaziyye-i serencâm ya da Cafcaf'ın satmamasının gayr-ı resmi vesikâları-1









-Sana İslamcılar mizâh yapamaz dedim. Israr etme dedim. Aduketi göğsüne göğsüne yersin dedim. Bak hoş oldu mu şimdi?
-Adu ket, soyadu ne o zaman eheheh.
-Bak düşerken bile… 

Evliya Çelebi ile Osmanlıca neş'esi Ders-2

Suâl: Kat’i menazil ve tayy-ı merahil etmek ne demektir?

El cevâb: Menziller geçmek ve merhaleler aşmak. Demektir.


Suâl: Bir nebze dahi açıklayabilir misiniz?

El cevâb: Bittabi, Evliya Çelebi’nin "yol kat etmek" yerine kullandığıdır Seyahatnamesinde. Bir gün sual etmişler, 

-Çelebi çelebi, neden yol kat etmek değil de Kat’i menazil ve tayy-ı merahil? Deyince Çelebi eydür,
-….
Çelebi eydürememiş, öyle çeşm-i pür nurları boşluğa bakıyormuş. Ama mevta gibi de değilmiş, kafası hafif hafif sallanıyormuş. Sonra bunun omzuna dokunmuşlar “Hııı!” diye zıplamış yerinden. Kavuğunu çıkarmış bir de ne görsünler, başının üstünde bir ipod var. Kulaklarından kulaklıkları çıkarmış. “Hı ne?... ne dediniz?” demiş. Suâl etmişler;

-Çelebi çelebi ne dinliyorsun?
-Azeri kızı Günel’i dinliyorum, pek yahşı söyliyer ay balam. Demiş.

Birileri bizi yiyor Çelebi diye ama hayırlısı bakalım. 

Aşkın aritmetiği

Bizim oralarda, limit x sonsuza gider, iki paralel doğru ise sonsuzda kesişir. kavuşurlarsa meşk olur, kavuşmazlarsa sevda olur.

Paralel olmayan doğrular "kesişir" giderler, sonsuzda kaybolurlar. 

Muvazzaf sergerde'ye selam olsun... 

16 Mayıs 2010 kayda geçsin

Ertuğrul sağlam yenince biz de yenmiş sayıldık. 

Aşkın aritmetiği


Gezelim Görelim: Shire

Baranduin nehrine nazır yemyeşil bir kasaba the Shire. 

Halkı son derece sevimli ve misafirperver, bildiğin kanaâtkar Anadolu insanı. Başlıca geçim kaynakları, tarımcılık; tahıl meyve ve tütün yetiştiyorlar. Her hobbit in elinde bir pipo tütün içerken görebilirsiniz. Kısa boylarından dolayı senelerdir hohoho bit gibi, ho bit gibi diye diye artık lakabları hobbit olmuş. Ama hiç alınmıyorlar. 


Eğer sıcak bir içecekle içinizi ısıtmak istiyorsanız Brendi Konağı, tarihi mekanlara ilgi duymak istiyorsanız Çıkın Çıkmazı tavsiyemdir. 

Sonuç olarak ailenizle hafta sonunuzu geçirmek için şehre yakın, ideal bir yer, Shire.

Evliya Çelebi ile Osmanlıca neş'esi Ders-1

Suâl: Şeb u ruz mah u sal ne demektir? 

El cevâb: Gece ve gündüz her ay ve her yıl demektir. 
Suâl: Bir nebze dahi açıklayabilir misiniz? 

El cevab: Bittabi. Evliya Çelebi "her zaman" yerine kullandığıdır Seyahatnamesinde. Bir gün sual etmişler, 

-Çelebi çelebi, neden her zaman değil de şeb u ruz mah u sal ? deyince Çelebi başını öne eğmiş epey bir düşünmüş ve eydür; 
-Çünkü mrmrmrr. 
-Ne dedin? 
-Zzzırrrt Eflak ve Boğdan! 

Ve kahkahalara gark olmuş. Öyle ki kavuğu kafasından düşeyazmış. İki eliyle soran adamı gösterip, "I got you maan, i got youu!" demiş ve adama yüzü dönük moonwalk yaparak uzaklaşmış. Eski zaman işte böyle de bir garipmiş yani. 

Tâhkiyet'ül Garaib: Geçmiş zamanda vuk'u bulan ibretlik olaylar Kısım-I

Tarih, bir daire emsal yolda gittikçe bir süre sonra tekrar tekrar aynı şeyler göstermek sureti ile def’atle tekerrür edermiş. Bizim geçmiş zamanımız da ibret almamız gereken vak’alarla dolu olup bize ayrılan köşemizde, bu vak’alardan birini anlatacağım.  

Raviyan-ı ahbar nakleder ki, vakt i zamanında, İslambol kethüdalığını gözüne kestirmiş bir paşa var idi. Halk kendisini Şimşirdâroğlu Kemâl diye anar, muazzam bir çoğunluk kendisine itimat ederdi. Hatta bir kısmısı bu itibarı o kadar abarttılar ki hakkında “Şimşirdar şimşirdar şimdirdaroğlu hem pir u pak, hem itimat edilir, bir beşer evladı!” diye güfteler bile yapıldı.

Denilir ki, Şimşirdaroğlu o esnada İslambol kethüdalığını yapan tatlıcı Abdülkadir Efendi’yi halk nezdinde gözden düşürmek için elinden geleni yapmakla beraber kendince halkın basireti, kimilerine göre de bizzat o halkın feraseti ile kethüdalık bekler iken üç paydan birisini, el hâsıl havasını alıp yerine oturmakla, yine bölge halkının anlatmasına göre Dolmabahçe surlarında “Ama ben hem pir ü pak, hem itimat edilebilir bir beşer evladı idim, niyçün böyle oldum?” diye günlerce feryad ü figan ve vaveylâlar ederek dolaşmış.

Olayın aslı şu idi, bilindiği üzre, İslambol o zamanlar, frenkmeşrep mollalar ile dolu idi. Bu frenkmeşrep mollalar,ve onlardan etkilenen kalantor ve kalantorzadeler, Evropa’dan aldıkları tedrisat ile, civciv heyvanı misâl çıktıkları yumurtanın kabuğunu beğenmez, fırsat buldukları her yerde “devletimiz şöyle geri kalmıştır halkımız böyle cahildir!” diye karga misal seslerini yükseltirler, kendi gibi düşünmeyenleri de “çobana itaat eden koyun misillü, başlarında kim varsa ona itaat ederler bunlar.” diye hâkir görürlerdi. Bunların debdebe ve gürültüleri de çok olduğundan kelli, tüm İslambol’u kendileri gibi zanneder, Şimşirdaroğlu’nun da kesinlikle kethüda olacağına kasem ederlerdi. Şimşirdaroğlu kethüda olmayıp da halk ve erkan bu konuda bir ses çıkarmayıp bilâkis memnun olunca, bu mollaların kendileri hariç herkesin câhillerden de aşağı olduğuna dair imanları bir kat daha güçlenmiş oldu.

Zaman denilen örtü neleri örtmemiş ki? Bir süre sonra hezimetinin teessürünü atlatan Kemâl Efendi kethüda ve avareleri hakkındaki nihân gerçekleri aktarmaya devam etti.
 
Nakilan ı asar, bu çıkışların ve destekçilerinin şirazesinin kaymasının başlangıcını, Kemal Efendi’nin devlet hâzinedarlığı kethüdası Mehmet Efendi’ye “ecnebi Mehmet” demesi olarak gösterir. Bu çıkışında da ümit ettiği mesneti alamayınca yine bir süre Dolmabahçe surlarında gezindiğini, “Evvel zemanda arkamda olanlar, beni başlarına tac edenler acep şimdi nerdedirler?” diye çeşm-i pür nurlarından derya misal gözyaşı akıttığını anlatırlar.

Şimşirbâzoğlu ile ilgili başka bir kayıt da onun, emsâlleri arasında fikirlerini en hızlı değiştirebilen bir beşer evladı olduğu yönündedir. Zamanında bir “meclis”te, “validelerin, ağlaması muhtemel olabilir.” Minvalli sözler eden bir paşayı elleri patlarcasına alkışlamış, yine kendisine yöneltilen ithamlar sonucu “Yahu ben onu bilerek alkışlamadım, o esnada muhayyelatımda başka bir şey var idi, yanımdaki yaverlerim alkışlayınca ben de bir şey var sandımıdı, yoksa tiz gereğini yapa!” dese de ertesi gün o paşayı sâir kodamanlar da savununca, aslında gereği yok canım böyle şeylerin diye çark üstüne çark etmesi ile kendisine yakıştırılan sıfatlar ile ne kadar namüsemmâ olduğunu cümle aleme ispatladı.

Kemâl Efendi bu hareketinin cezasını uzun süreler çekmiş, bulunduğu her mecliste bu hareketine tepki almış fakat bunlardan kendine bir ders, bir vazife çıkarmak yerine, “ Bu velvele ve gulguleyi çıkaranlar olsa olsa asilerdir, Celâlilerdir!” diyerek itibarını bir derece daha kaybetti.

Denizde kum, Şimşimdaroğlu’nda sui zann biter mi? Bir keresinde de Erzurum kadısı ile aksi düşüp, “Bu kadı, fermanında karar çıkarmış, lakin isim kısmısını boş bırakıb, istediği insanlar üzerinde baskı kuruyor.” İddiasıyla ortalığı velveleye verip, kadı da “ o fermanın aslı bizdedir, biz o sureti sadece yeniçeri ocağına bir karışıklık olmasın diye vermiştik sen de onu ne sandın, hemen ortalığı birbirine kattın!” diye cevap vermiş olsa da, bu sefer “Yok bunlardan birisi boş idi, diğerisi dolu idi, hem mühr ü hümayun ikisinde de farklı yerlerde hani hani?” dese de halk bu sözlere de itimad etmeyip kendisini iyice taht ez zemin’e derc edip, “Şimşirdar şimşirdar şimdirdaroğlu hem pir u pak, hem itimat edilir, bir beşer evladı!” güftesi de tatlı bir anı olarak kaldı.

Peki bu frenkmeşrep mollalar kalantor ve kalantorzâdeler bu vak’alardan her hangi bir ders çıkardılar mı? İlahiri.. öyle olsa hiç tarih tekerrür eder miydi? Bugünlerde de başımıza gelenler sırf bu zihniyetin nev’ileri yüzündendir desem haddimi aşmış olur muyum? 

zeyl: Yazı cafcaf dergisinde yayınlanmış olup eskizler Ebru Zeynep Yetinakman'a aittir. kendisinden izinsiz koydum ama hayırlısı bakalım.

Düdüklü tencereye sıkışan çocuğa mektup

Menakıb-ı Meşeüd-din Neşe’i Tefrikası Kısım-I

Menakıb-ı Meşeüd-din Neşe’i adıyla malum, Meşeüd-din Neşe’i hazretin, çorak, beyâbân misal dimağlara ektiği hakikat nüv’eleri nevinden meşe palamutları hükmünde menkıbelerdir. Siz kaarilerimden recam, mezkur menakıbı okurken, “Kıymetli muharrir, şu menkıbeniz aynen şu müellifin şu eserinden apartmadır diye vaveylalarınızı evce peyveste etmemeniz, beni burnunuzun ucuna aparkatı aşk etmek mecburiyetinde bırakmamanızdır.

Takkeler alesta! Menkıbeler başlıyor!

Evvel zamanda ki evveliyatı epey azîmdir, bir hind fakiri var idi. İki elin parmağından kesretli mahdumları ve üç adet zevceden müteşekkil hanesini geçindirmek için yılan oynatıcılığı yapardı. Tabi evvel zaman, turizm sektörü bu kadar şümullü değil, ortalık da yılan oynatıcısından geçilmiyor, piyasa mafiş. Bundan kelli bu oynatıcı kıt kanaat geçiniyor evine yiyecek zor getiriyor getirdiğini nüfusa yetiştiremiyordu. Hatta bir ara açlıktan yılanı pişirip taam etmeyi düşündüler de, sonra iyi kötü ekmek teknesidir diye vazgeçtiler. 

Olacak bu ya, Bir gece, makam-ı rehavide horlayarak uyurken yılan oynatıcının yılanını çaldılar! Bunu öğrenen yılan oynatıcısının dünyası herc ü merc, yer ile yeksan, ruy i zeminle bir oldu ve üryan ü, puryan ü giryân kendini yerden yere vurmaya başladı. Hemen mevcut gece bekçisi, polis, csi:Newyork hâsılı ne kadar teşkilat var ise ayağa kaldırdı ise de, olan olmuş yegane geçim kaynağı da gitmiş oldu. 

Oynatıcı, mecrûhu’l kalb, isyana düştü.

“Ulan!” dedi. “Allah’ım!” dedi. “Bu kadar zengin insan varken geldin de beni mi buldun? Bu nasıl bir adalet duygusu! adaletin bu mu dünya? ne yar verdin ne mal dünya! içen mi günahkar içtiren mi alayınıza isyan baaaah! Yakarım kendimi çocuğumu keserim ulan!!!” [müellifin elzem notu: içen günahkardır, akıllı olun.] diye ortalığı gulguleye verip damarlarına zerk edercesine içki içmeye başladı. İsyankâr, asi, buşt gibin bir şey oldu.

Ertesi gün, yılan oynatıcısı serkeş, sarhoş, avaramun, biçare gezer iken, yere yığılmış bir adam, dibinde de bir yılan gördü, gidip nazar etti ki yılan kendi yılanı. “Oha validesini bilmem ne yapayım.” dedi, “Bu benim yılan değil mi??”

İşin aslı şu idi, meğerse yılan sahibine günler boyu içten içe hırslanmışmış. Hırsız onu çalıp da yılan hırsızı sokup mevta etmese aynı akıbete kendisi uğrayacaktı. Allah u teala onu yılanını çaldırarak zehirlenmekten korumuştu. Düştüğü gaflet gayyasını anlayan yılan oynatıcısı filha’l tövbe istiğfar etti, “Ben nasıl beni yaradana isyan ederim!” diye kendini yerlere attı. 

Yalnız gaza gelip epey hızlı attı kendini enayi. Yerde taş varmış kafasını vurdu. Kafası yarıldı, beyninin pekmezi aktı dört bir yana. Ayılınca “Senin hikmetinden suâl olunmaz kadir Mevla’m meğerse her şerde bir hayır varmış.” dedi.

Demek ki her şey gibi benim rızkım da onun elinde diye düşünüp yılanı hint ormanlarına saldı. Allah ona bir yerlerden kapı açtı, Hindistan’daki ağabeylerle tanıştı. Rızkı genişledi. 

Kendisi en son medrese şakirdanına maklube çevirirken görülmüş…