Menakıb-ı Meşeüd-din Neşe’i Tefrikası Kısım-II


Tam da bu yeni menkıbeyi size aktaracakken vukû bulan bir hadise, kat’i surette bir tevafuk ile vecd dolu gönüllerimizden dillerimize “İşte hazretin mucizatından biri daha!”  nidasını hasıla getirtti. Yalnız bu hadiseyi anlatmadan önce sizden istirhamım, “Abi bu menkıbede tıpkı stv dizileri gibi, dünyada yapılan kötülüğün dünyada kalması temalı.” Diye sızlanmamanız, bilâşikâyet kulak kesilmeniz, beni göbek deliğinizle, kaburga kemiklerinizin mabeynine çift burgulu döner tekmeyi aşk etmek mecburiyetinde bırakmamanızdır, unutmayın ki bunlar temsilî hikâyeciklerdir.

Evvelâ, hadiseden bahsetmek elzem. The Economist dergisinde neşrolunan ve aynen bizim medyamızda da yer edinen haşa ve kella yapay yaşam formu yaratıldı haberi, Meşeüd-din Neşe’i hazretin vaazlarının sadece eski zamanlar için değil mevcut ahir zaman için de geçerli olduğunu ispatlamış oldu.

Takkeler alesta ise, menkîbeyi aktarma vakti gelmiş demektir,

Evvel bir zamanda, Muzaffer nam bir medrese şakirdi vardı. Bu şakird pek bir zeki, pek bir cevvaldi. Yalnız bu zekiliğini ve cevvaliğini hep başkaları üzerinde tahakküm kurmak için kullanıyor, “Ben sizden daha zekiyim, sizin anlayamadıklarınızı ben bir kalp atımı sürede anlarım!” diye ukalalık ediyor, Mevla’nın ona bahşettiği zekânın hakkını veremiyordu. Beyni bir buharlı şimendifer motoru gibi çalışsa da kalbi o motorun pusuna gark olmuş, kurum bağlamış, maddiyunun özünü yani heyûlayı bir türlü idrak edemiyordu.
Bir gün, Muzaffer eline geçen ecnebi menşeili bir tıp kitabını bir gecede hıfzetti. Bu kitabın insan vucudunun nelerden teşekkül ettiğini anlatan bölümüne baktı; yüz paydan bilmemkaçı su, bilmemkaçı demir, bilmem kaçı bakır diye. Hemen kendisi kadar zeki olmasa da kalp gözü açık arkadaşı Muhiddin’in yanına gitmiş ve demiş ki,
-Muhittin lan, eğer ben de ister isem bir beşer oluşturabilirim ha! Muhiddin de hayretle;

-Olmaz böyle şey yoksa rüya mı? Bunun üzerine Muzaffer;
-Tabi ki muhtemel. İzâh edeyim.
-Tabi, taaccüple bekliyorum.
-Önce elime bir tutam toprak alırım. Bunun üzerine Muhiddin,
-Lan ahmak, o işler öyle olmayor.
-Hadi be! Sen benden daha mı iyi idrak edebileceksin. Senin etin budun kaç okka lan!!!
-Yuh be anlayışsız. Sen maddenin heyûlasını anlamamışsın.
-Heyula mı acep o ne ola?
-Heyula maddenin özüdür. Sen şimdi elime o toprağı alıyorsun. Peki o toprağı nasıl yaratacaksın?
-Ben…anlamıyorum.
-Şimdi Allah her insa…
-Bir kere ilim Allah’ın varlığını inkar eder. Bilmiyor musun?

Bunun üzre, Muhyiddin, “Hmmm.” Dedi. Bîçare, heybetli, çaplı, cesametli, haşmetli, görkemli ,devasa, devyarasa muazzam, azametli, ihtişamlı, muhteşem, balaban bir alamet olan budaklı meşe odun-u kebîrini kuvva ül muazzama ile Muzaffer’in kafasına aşk etti, ve dokuz kat dairei asmanda “çotanakkk!” gülbankı yankılandı. Bunun üzerine eyitti;

İşte heyhula budur!
-İdrak edemedim!
Çaaaaaaaaaaat!
-Havsalam almıyor!
Çotaaaaaaa!
-Aldı mı şimdi?
-Zihnime derk edemiyorum!
Çotanaaak!
-Derk ettin mi?
-Olmayor! tefehhüm edemiyorum!
Çaaaaaaatttt!
-İşin aslına vakıf olamadım!
Çaattt!
-B-en..
Çaaaaaatt!
-Beenn..
Çaaat!
-Ben yavaş yavaş idrak ediyorum galiba…
Çaaat!
-Evet evet.
Çotaaaaaaa!
-Nedir evet olan? 
-Maddenin heyulası işte bu meşe odunudur. 
Muhyiddin, bir an duraksadı. “Olsun.” Diye düşündü. “Hiç yoktan evlâdır.” Dedi. Çeşm-i pür nurlarından iki damla gözyaşı döküldü, Muzaffer’e sarıldı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder